DÜŞLERİ BAĞ BOZUMU

Bu yaşa gelmesine karşın, hala düşleri kanar. çocukluğumda, şöyle kırmızı bir bisikletim olmadı diye iç geçirir. Bir de tutkun olduğu Türk sanat müziğine hayranlığı sürer ama kemana olan vurgunluğu iflah olmaz türdendir. İstanbul’un Anadolu yakasında boğazın sahil kısmına yakın, Beykoz’da geçer çocukluğu. Şimdi bile burnunda tüter kokusu, gerçek meşin’in bir de… anason kokusunun. Beykoz ayakkabı fabrikasından gelen deri ve Paşabahçe’den dalga dalga gelen eski Tekel’in rakı kokusu. O yüzden şehir hatları vapuru kıyıya yakın, paralel ilerlerdi Beykoz iskelesine ve esrikleşirdi anason kokusundan. Şimdiyse, Holivood’vari dizilerin çevrildiği platoya dönüştü o geniş araziler. çamlıca tepesinden de yanık hacıyağı ve gül kokuları kokmakta!. Plato olarak kullanılması, otel veya AVM denen çirkin yapılardan iyidir.

Hulusi çetik, iddialıdır. Avukat olmak için İstanbul Hukuk fakültesini bitirir. Staj için Brüksel’e gelir. Evlenir, ticarete atılır. Avukatlığını rafa kaldırır. Evliliği iyi gider uzun bir süre ama yürütemez, ticareti de bırakır. Askerliğini asteğmen olarak Ankara’da yapar. Bir haftasonu müzik aletleri, enstrümanları satan mağazanın önünde durur. Düşlerindeki kemanı görür, dalar içeri. Görevliye kemanın fiyatını sorar. O sırada, orada bulunan müzik hocası yaşlıca bir beyefendi, kemanı alıp akordunu yapar ve uzatır, -hadi dene bakalım- der. Dener, beceremez. ‘Keman için gecikmiş bir yaştasınız, siz şu udu deneyin bir de.’ Müzik hocası, ud sizin için daha uygun deyip, nota ve ud dersleri için anlaşırlar. Israrla sürdürür, nota bilgisini geliştirir, udu ilerletir. Belçika Brüksel’e dönüşte udunu kılıfına yerleştirir, bir kenara koyar. Seneler geçer. Evlilik bitince, yıllar sonra udunu yanına alıp Bodrum’a yerleşir. Akşamları Bodrum’un lacivert gecelerinde dostlarıyla rakı eşliğinde ud çalar. Yaşlı ressam komşusunun tablolarını seyreder çalışırken. Hayranlıkla izler onu. Eline kara kalem ve fırçayı verir, ressam komşusu, biraz sen de dene der. Hulusi çetik, tekrar Brüksel’e döner. Güzel sanatlar akademisine başlar. Yaralarını onarır renklerle. Oturduğu tavan katında tabloları boy boydur. Saint-Gille belediyesinde çalışır. Uzun boyuyla sokağın birinde karşılaşabilirsiniz onunla.

Anvers kentinde, amatör, yarı profesyonel Türk sanat müziği korosundaki; 25 kişilik bir koroları vardı ve özlediğimiz bir açığımızı gideriyorlardı. Senelerce halkımıza hizmet verdiler. Uzun yıllar sonra, yürek penceresinin saçağına ötücü bir kuş konar. Beraber olur evlenirler, ikinci baharındadır şimdi müzisyenimiz.

Gürül gürül değil, ağır akan bir nehir gibidir konuşması, rahat, dingin. Bir yanı sır vermez. Güvendiğine(ki, çok azdır) ağrıyan yerini gösterir. Sahipsiz. Kimileyin öfkesini, sevdasını, kaygılarını, beklentilerini, düş ve düşüncelerini, bir kadın gibi sarıldığı uduna yükler notalarını, hafifler. Kimileyin sıkıntılarını, bir başınalığını, umutsuzluğunu, yeşil rengine dönüştürmek, onun rengini açmak için, paletine, fırçalarına sarılır, tablolarına döker içini. Anlaşılmayı bekler. Düşleri biraz kırgın yeşil, daha çok yaralı beyazdır. Kendisiyle barışıktır, onun için büyüdüğü yer adına lacivert renk onda kabul görür. Alır onu boğaza götürür… Bakışı dupduru pınar, yüreği boğaz esintilidir. Görünüşü;”Sahray-ı Cedid” bir İstanbul efendisidir. Eski zamanlardan kalan.

04/12/2014, Nihat Ateş, Binfikir Gazetesi 2014 Kasım sayısı köşe yazısı